Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde sandıktaki sürpriz ülke Türkiye - Menekşe Tokyay
Menekşe Tokyay'ın Referans Gazetesindeki yazısı;
Özünde bir ekonomik bütünleşme hareketi olarak tasarlanmış olsa da günümüzde gelinen aşama açısından artık bir hukuk sistematiği ve demokratik işleyiş mekanizması biçemini almış olan Avrupa Birliği, 4-7 Haziran 2009 tarihlerinde gerçekleşecek olan parlamento (AP) seçimleriyle yaklaşık 375 milyon seçmenin kendilerini beş yıl boyunca temsil edecek parlamenterleri seçeceği "tarihi güne" tanıklık etmeye hazırlanıyor. Ancak söz konusu seçim öncesinde gerçekleştirilen kampanyalarla AB, aslında "etik tutarlılık" çizgisinde önemli bir sınav vermekte. Keza, seçim kampanyasının ana teması; ne küresel mali krizin Avrupa istihdam piyasasına yansımaları veya kurumsal açmazlar ne de "Maastricht Kriterleri"nin bütçe açığı tavan değerlerinin neredeyse tüm üye ülkeler tarafından bu sene aşılacak oluşu... AB'nin kurumsal üçgeninde kilit aktörlerden biri olan ve vatandaşlarının "birlik"in kararlarında söz sahibi olabilmesine olanak sağlayan tek kurum olan AP seçimlerinin halk nezdinde niçin ilgi odağı olmadığının ardında yatan sebepleri de araştıran pek yok. Kampanyanın ve seçim sandığının varsa yoksa biricik gözdesi; "Türkiye dosyası" ve Türkiye'nin AB üyeliği oluverdi. Tarihsel olarak "Doğu'nun en Batı'sı, Batı'nın ise en Doğu'su" olarak bir türlü konumlandırılamayan Türkiye, AP seçimlerinde bir anda Avrupa'nın "gözdesi" ve söylemlerin "merkez aktörü" konumuna erişti ve Avrupa kamuoyunda açık bir şekilde Türkiye karşıtlığını kışkırtan bir yaklaşım ortaya çıktı.
Türkiye her şeyin önünde
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve iktidardaki Halkın Hareketi Birliği'nin (UMP) dillendirdiği Türkiye ile stratejik ortaklık önerilerinden ve kısa, orta ve uzun vadede Türkiye'nin üyeliğine karşı olmayı sürdürecekleri yönünde kamuoylarına güvence verilmesinden tutun; propaganda afişlerinde Türkiye karşıtı ırkçı ifadeler kullanması sebebiyle şikâyet edilen aşırı sağ İngiliz Ulusal Partisi'nin tuhaf savunmasına, AB'nin İran ve Irak'la ortak sınırının olmasını istemeyen veya Türkiye'nin üyeliği için en az 40 yıl geçmesi gerektiğini dillendiren dar görüşlü miyop söylemlere kadar, Türkiye üzerinden ifadesini bulan Avrupa kuşkuculuğu ve derinlikten yoksun söz düelloları, Avrupa'nın asıl gündemini meşgul etmesi gereken sorun ve çözüm arayışlarını gölgelemiş ve Türkiye-İslam-Yabancı karşıtlığı üçgeninde, parlamentoda daha fazla sandalye kazanmanın ve kemikleşmiş seçmenin yanı sıra yeni seçmen gruplarının da oyunu kazanma hesabı, beklenmedik bir şekilde her şeyin önüne geçmiş durumda...
Aslında, bu düzenin altında yatan hesaplamalar oldukça basit bir mantığa (!) dayanıyor: Birçok AB ülkesinde seçmenler, bir türlü kalıcı çözüm bulunamayan ve hükümetlerin yaptıkları yardımların bile işsizliğe çare olamadığı bir konjonktürde, iktidardaki partileri cezalandırmaya hazırlanıyorlar. Bu süreçte, iktidardaki partiler pozisyonlarını korumaya, iktidar odağını hedefleyen çevredeki partiler de onlardan boşalacak pozisyonları doldurmaya çabalıyorlar. İşini kaybetmiş seçmen, genişleme dalgaları boyunca AB'ye gelen ucuz işgücüne (daha önceleri, "Polonyalı muslukçu" örneğinde somutlanan) sorumluluğu yükledikçe, bunu fark eden partiler günah keçisi olarak Türkiye'yi ve Türkiye'nin olası üyeliği sonucunda ülkelerine "akın edecek ucuz işgücüne geçit vermeyecekleri"ne dair bir pragmatik kararlılık geliştiriyorlar. Ayrıca, bazı adaylar da var ki, bu fırsatı, üyesi bulundukları siyasi partinin ulusal seçimlerine yönelik bir ön yatırım olarak kullanıyorlar. Buna karşın, örneğin geçen günlerde Avrupa Komisyonu'nun önünde toplanan yüzlerce çiftçinin, düşen süt fiyatları nedeniyle gerçekleştirdiği gösteriye cevaben ekonomik ve yapısal çözümler öneren, bu sayede de oylarını artırmaya çalışan çözüm-odaklı bir liderliğe rastlayamıyorsunuz.
Sürecin insani yönü
Kampanya süresince ülke liderlerinin arabulucu ve uzlaştırıcı bir söylem benimsemesi gerekirken Türkiye-karşıtı propagandalarda Avrupa'nın iki öncü gücü ve aynı zamanda, hayli ironik bir şekilde 2009 yılı Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'ye tam puan vermiş olan Fransa ve Almanya'nın iki lideri Sarkozy ve Merkel, ipi göğüslemiş bir şekilde doludizgin ilerlemekte ve -belki unutanlar vardır diye- Türkiye karşıtlıklarını yeniden hatırlatma gereğini duymakta. Geleneksel olarak katılımın düşük olduğu parlamento seçimlerine seçmeni çekmek için yapılan akrobasi hareketleri ve manevralar, bu kısırdöngünün içine hapsoluverdi. Türkiye'den yükselen diplomatik ve siyasi karşı çıkışlar ise bu seçim arenasında Türkiye'nin hukuk ilkeleri üzerinden konumunu güçlendirmeyi tercih ettiğini açıkça ortaya koydu. Gerek cumhurbaşkanı, başbakan ve dışişleri bakanından gelen rasyonel ve tutarlı yaklaşımlar, gerekse iş dünyasının temsilcisi TÜSİAD'ın "ahde vefa" ilkesi (pacta sund servanda) ve Avrupa Birliği kurucu antlaşmalarının kilit önemdeki 6. ve 49. maddeleri üzerinden tasarlanan görüş metni, herhangi bir ajitasyona gelinmeyeceğini ve tartışmanın entelektüel ve hukuki düzeyin sınırlarını aşmayacağını çok güzel bir şekilde kanıtladı. Öte yandan, şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekiyor: Sarkozy, Merkel ve benzeri Türkiye karşıtı söylem geliştirip bunu seçimlerdeki oylarına endeksleyen aktörler, halklarının bir kesimi tarafından da ironi ile karşılanmakta ve ciddiye alınmamakta. Yani, sürecin bir de "insani" ve "sağduyulu" boyutunun olduğunu da unutmamak gerek.
Bu durumda, bazı sorgulamalarla baş başa kalmaktayız: Avrupa Birliği'nin asıl temsilcisi ve üyelik müzakerelerinin açılması veya durdurulması konusunda tek sorumlu mercii Avrupa Konseyi iken, bir anda sürecin seçim propagandası düzeyine taşınması, AB'nin kurumsal güvenilirliğini ve itibarını sarsmadı mı? Konseyin demokratik işleyişin olgunluğu açısından, birliğin karar alma sürecinde parlamentoyla eşgüdümlü ve dengede olması gerekirken bu süreçten zarar almaması mümkün müdür? Türkiye ile AB arasında yıllardır türlü özveriler ile tesis edilmiş bu ilişki sistematiğini bu şekilde yıpratmaya değecek mi? Avrupa Birliği'nin kuruluşunda devletler değil halklar arasında bir ittifak anlayışını temel alan ve insan-odaklı bir vizyonu savunan AB'nin fikir babası Jean Monnet ile ters düşmeye değer mi? Etik çerçevesi sağlam ve ahde vefa ilkesini gözeten bir seçim kampanyası, AB'nin uluslararası güvenilirliğini daha da pekiştirmez miydi?
Türkiye soğukkanlı olmalı
Türkiye'nin ise tüm bu psikolojik saldırı hamlelerinden korunmasının ve güçlü olduğu kadar soğukkanlı bir duruş sergilemesinin biricik anahtarı, ülkelerin pragmatik ve popülist liderlerinden ziyade (bir diğer deyişle, "Sarkozy + Merkel AB" mantığı), kamuoylarını temel alması; örneğin Fransa'da temmuz ayında başlayacak olan "Türk Mevsimi"ndeki etkinliklerde kendini en çağdaş, özgün ve gerçekçi şekilde tanıtmasıdır. Yıllardır istisnasız dem vurulan "Türkiye kendini iyi tanıtamıyor", "Türkiye sadece kara çarşaflılardan ibaret değil ama bunu turiste anlatamıyoruz", "Türkiye, İstanbuluyla, İzmiriyle, Mardiniyle, Trabzonuyla bir kültürel mozaiktir ama bunu gösterecek iletişim stratejimiz yok" gibi söylemleri çürütecek en önemli fırsat elimize geçti. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleriyle de perçinlenecek söz konusu süreç, parlamento seçimlerinden bağımsız olarak Avrupa insanının gönlündeki seçim sandığından Türkiye'ye "evet" oyu çıkmasını sağlayacak şekilde tasarlanmalı ve uygulanmalıdır. Reel politikanın yetersiz kaldığı durumlarda, hümanizmaya ve insandan insana etkileşime başvurmak, her zaman için daha etkin olmuştur.