Eksen kaymıyor vizyon genişliyor | Murat Aksoy | Yeni Şafak
Türkiye gerçekten son dönemde tarihi yeniden yazmaya aday bir ülke. Sadece kendi tarihini değil, çevre ülkelerinkinide. Komşularla sıfır sorun konsepti, Ermenistan, Irak, Suriye, İran ile bir bir hayata geçerken, Kafkaslar'da da etkili bir aktör olmaya aday.
Bir süre önce Bursa'da Türkiye ile Ermenistan arasında oynana futbol maçı için Türkiye'ye gelen Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ile görüşen Cumhurbaşkanı Abadullah Gül, Zürih'te atılan imzalardan sonra yaşanan sürece ilişkin olarak Sarkisyan'ın ziyaretinin önemine de değinerek şu açıklamayı yapıyor; “Tarih yazmıyoruz, tarihi yapıyoruz. Böylesine tarih yapmak bir günden ertesi güne mümkün olmuyor”. Cumhurbaşkanı Gül'ün yaptığı bu tespit gerçekten önemli. Çünkü Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerde “geçmiş”in ağır yükünü dikkate aldığımızda; “bugün” ve “gelecek” daha önemli hale geliyor.
Bugünden bakarak geçmişi inşa etmek her şeyden önce bir tarih okumasıdır. Ve her okuma okuyanın zihninden bağımsız değil. Bu yüzden bugünden geçmişe bakmak ve geçmişte ne olduğunu anlamak tarihsel bir inşadır. Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkilerde “1915” ile her türlü okuma ve tartışma bir tarih inşasıdır. Ve geçmişin bu ağır yükü, iki ülke arasındaki ilişkilerin bugününe ve geleceğine gölge düşürmemelidir.
Gül'ün Sarkisyan ile yaptığı görüşmede söylediği “Tarih yazmıyoruz, tarih yapıyoruz” sözü gerçekten doğru ve doğru ölçüde de önemli bir tespittir. Ve daha da önemlisi Cumhurbaşkanı Gül, bunu Ermenistan ile ilişkiler için söyledi ama bu sözü daha genel çerçeveye uyarlamak da mümkün.
ERMENİ GAZETİCELERİN ANGAJMANI
Burada bir parantez açarak 13-14 Ekim'de Bursa'da Türkiye ve Ermenistan'dan bir grup gazetecinin bir araya geldiği toplantıdan küçük bir izlenimi paylaşmak istiyorum. Global Politik Eğilimler Merkezi (GPOT) tarafından düzenlenen toplantıda iki ülke ilişkilerinin bugününü, ilişkilerin nasıl algıladığını ve ilişkilerin gelişmesinde medyanın nasıl bir rol üstlenebileceğini ve bunun için yapılabilecek projeleri konuştuk.
Ancak tahmin edileceği gibi bu toplantıya da büyük ölçüde damgasını vuran Zürih'te atılan imzalarla hayatımıza giren protokoller oldu. Protokollerin her iki ülke meclisinde onaylanma sürecinde yaşanacak olası tartışmalar gündeme geldi. Ve bu tartışmanın kaçınılmaz olarak kilitlendiği konu protokollerde olmadığı halde adede gizli gündem gibi kendini dayatan “önkoşul(lar)” oldu.
Protokolleri okuduğunuzda “önkoşul” yok. Ama farkediyoruz ki, zihinlerin arkasında karşılıklı olarak önkoşullar var. Ancak burada Türkiye'nin elinin daha güçlü olduğu açık. Çünkü Ermenistan'ın gizli önkoşul olarak öne sürdüğü “soykırım” konusunda bir “komisyon” kurulmasını kabul etmiş olmakla bu tartışmayı ucu açık biçimde gündeme getirmeyi göze almıştır. Komisyonun nasıl bir karar alacağı elbetteki süreç içinde ortaya çıkacaktır ama Türkiye'nin bu konuda adım atmış olması önemlidir.
Burada kritik nokta Türkiye için gizli önkoşul olarak gündeme gelen “Dağlık Karabağ” meselesidir. Çünkü “soykırım”ı komisyonlarda tartışmayı protokole bağlayan bir Türkiye'ye karşı “Dağlık Karabağ”ı hiç tartışmaya yanaşmayan bir Ermenistan var karşımızda. Bu elbette işin bir boyutu. Elbette Dağlık Karbağ konusu iki ülke yani Ermenistan ve Azerbeycan arasında bir sorun ve iki ülke lideri bu yıl boyunca altı kez bir araya geldiler. Ve bu sorununda diplomatik olarak çözülecektir. Ancak bu şu gerçeği değiştirmiyor ki; şu anda Ermenistan Dağlık Karabağ dışında Azerbeycan'ın topraklarını da işgal etmiş durumdadır. Bu topraklardan çekilmesi siyaseten bir zorunluluktur, en azından iyi komşuluk ilişkileri açısından.
İşte Türkiye ile Ermenistanlı gazeteciler arasında en temel fark bu noktada çıktı. Türkiyeli gazetecilerin “soykırım” konusuna yaklaşımlarındaki eleştişrel yaklaşım ne yazık ki Ermenistanlı gazetecilerin “Dağlık Karabağ” konusunda yok. Toplantıya katılan Ermenistanlı gazeteciler kendilerini bir tür “resmi söyleme” bu kadar bağlı hissetmeleri açıkçası rahatsız edici idi ve bunu da toplantıda dile getirdim. Belki daha ironik olan ise kendilerinin “biz” söylemi ile neden işgal topraklarından çekilmeyeceklerini açıklamaları idi. Mealen şunu söyledi Ermenistanlı gazeteciler; “Filli işgal durumu bizim geleceğimizin garantisi. Buradan çekilirsek, silahlanmış olan Azerbeycan'ın bize saldırmasının yolu açabilir.”
Uluslararası ilişkilerde diplomasinin, diyaloğun bu kadar öne çıktığı bir dönemde; işgal toplarından çekilmenin saldırı bedeini olmasının anlamak mümkün değil. Tam tersine; eğer saldırı olacaksa bizatihi bu fiili durum buna yol açmaz mı?
Ermeni gazetecilerin “biz” söylemi ile kendilerini devletle özdeşleştirmeleri kadar tehlikeli olan şey de; kendilerini “devletçi” dile mahkûm etmeleridir. Bilmiyorum belki de ben durumu abartıyor olabilirim ama Türkiye'de “soykırım” tartışmalarına eleştirel bakan ve bu yüzden ölüm tehditleri alan birçok gazeteci ve akademisyen varken; “Dağlık Karabağ” ekseninde benzer bir eleşetirel bakışı Ermeni gazetecilerden beklemek çok mu fazla?
TÜRKİYE AB'DEN KOPMUYOR
Türkiye sadece Doğu'daki ülkelerle ilişkilerini geliştirmekle kalmıyor. Aynı hedef ve vizyonu AB içinde ortaya koyuyor. Devlet Bakanı ve Başmüzareci Egemen Bağış, göreve geldiği günden bu yana bu süreci en iyi şekilde yönetiyor. Geçtiğimiz hafta Eskişehir'de 16 Ekim'de açıklanan AB ilerleme raporunu değerlendirme toplantısında 2009 yılının başından bu yana AB yolunda atılan adımları tek tek sıraladı. Belki bu yapılanların bir sonucudur ki, son ilerleme raporu şimde kadar olan raporların için en olumlu olanı. Çünkü Türkiye gerçekten AB yolunda elinden geleni yapıyor. Ve bu hedefe ulaşmasında Bakan Bağış'ın enerjisi, çabası ve sürece hakimyetinin önemli payını teslim etmek gerek.
Belki bu bağlamda şu tespiti yenilemekte fayda var. Türkiye'nin başta komşularıyla olan ilişkisinde iyileştirmesinde sadece Ortadoğu'da değil, Kafkaslarda da güçlü bir aktör yapacaktır. Bu yüzden önümüzdeki dönemde Türkiye'nin AB'ye ihtiyacı azalmayacaktır ama AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı daha fazla olacaktır.