Fazla naz âşık usandırır | Mensur Akgün | Referans
Doğrudur, fazla naz gerçekten âşık usandırır. Bir süre sonra en sevdiğiniz insandan bile kendinizi yabancılaşmış, uzaklaşmış hissedersiniz. Kaprislerini çekemez, gerçeğin hayalinizde canlandırdığınızla uyuşmadığını görürsünüz. Bir de çevrenizden size talep varsa, cazibeniz herhangi bir nedenle yüksekse, sevgilinizin nazını daha fazla çekmek istemezsiniz.
Eğer AB-Türkiye ilişkilerini de insani ilişkiymiş gibi görme eğilimiz varsa, analojileri ve benzetmeleri gerçekliğin kendisi zannediyorsanız, Fransa'nın kaprisleri, Kıbrıslı Rumların ihtirasları yüzünden AB üyeliğinden kolaylıkla vazgeçersiniz. Duygusal bir çıkışla ipleri kopartır, ülkenizde milli kahraman bile olursunuz. Seçmeniniz şahlanır, çoğunluk "iyi yaptık" diye övünür.
Ama AB-Türkiye ilişkisi aşk ilişkisi değil. Hiçbir insani tarafı yok. Bazılarının dediği gibi ne Avrupalılarla yatağa gireceğiz ne de evleneceğiz. Sadece 1963 yılından bu yana kurduğumuz ortaklık derinleşecek ve Avrupa siyaseti içinde daha fazla söz sahibi olacağız. AB üyesi olduğumuzda hem Türkiye hem de AB ülkeleri değişmiş olacak.
Türkiye kendi adına bu değişim için yavaş da olsa çalışıyor. Bir yandan demokrasisini, insan haklarını, dış dünya ile olan ilişkiye geçme biçimini AB standartlarına uyumlu hale getiriyor. Diğer yandan da hukuk sistemini müzakere edebildiği başlıklar aracılığıyla AB'ye yakınlaştırmaya çalışıyor.
Ancak AB'nin kendini hazırladığı, Türkiye'ye uyumlu hale getirmek için çalıştığını söylemek zor. Karar alma mercilerine, daha doğrusu kurumsal yapısına Türkiye'nin entegrasyonu için henüz hiçbir ciddi adım atmadı. Daha da önemlisi, pek çok AB ülkesi hâlâ Türkiye'yi içine sindirebilecek olgunluğa erişmedi.
Başta Fransa ve Avusturya olmak üzere pek çok ülke aidiyetini Hıristiyan geçmişinde arıyor, türlü bahanelerle Türkiye'nin üyeliğini engellemeye, "âşığı" usandırmaya çalışıyor. Aralık AB zirvesi sırasında Kıbrıs bahane edilerek Türkiye'nin önüne yeni engellerin çıkarılmaya çalışılması zayıf da olsa olası.
Tüm bu nedenlerle ve Başbakan Erdoğan'ın duygusal çıkışları, Türkiye'nin Ortadoğu'da artan ağırlığı, Rusya ile geliştirdiği özel ilişkileri, Amerika'nın desteği düşünüldüğünde, Kıbrıs sorununun yakında çözülememesi halinde, Türkiye'nin "AB aşkından" usanma olasılığının hayli yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat "usanmanın" tüm siyasi ve duygusal cazibesine rağmen, Başbakan Erdoğan, özellikle de Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Baş Müzakereci Bağış, cuma günü İstanbul Kültür Üniversitesi Siyasal Eğilimler Merkezi (GPoT) ile LSE Çağdaş Türkiye Araştırmaları Kürsüsü tarafından Londra'da düzenlenen toplantıda konuşan Lord David Hanney ve İsveç'in eski İstanbul Başkonsolosu emekli Büyükelçi Ingmar Karlsson'un vurguladığı gibi direnmeli, bu zevki Sarkozy'ye tattırmamalı.
Türkiye'nin önüne Kıbrıs sorunu çıkartılırsa, GPoT'tan Dr. Sylvia Tiryaki'nin aynı toplantıda anlattığı gibi konu hukukileştirilmeli. Sorunun hukuki değil siyasi olduğunu söyleyenlere AB'nin hukuk üstüne inşa edildiği hatırlatılmalı. Unutmayalım ki siyaset sahnesinde Kıbrıs söz konusu olduğunda Türkiye, AB kadar güçlü değil.
Fakat hukuk alanında elinde çok ciddi kozlar var. Hiç kimse Kıbrıs Türkleri için hazırlanan, ama Rumların vetosu yüzünden yıllardır kabul edilmeyen Doğrudan Ticaret Tüzüğü'nün yasal olmadığını iddia edemez. Kimse Kıbrıslı Türklere uygulanan ambargonun haklı ve hukuki bir nedeni olduğunu söyleyemez.
Bıkarsak, usanırsak, AB-Türkiye ilişkisinin menfaat yerine aşka dayandığı saçmalığına kendimizi kaptırırsak, biz kaybederiz. Belki günün birinde AB'ye yine girer, AB siyaseti üstünde etkili oluruz, fakat gecikiriz. Türkiye'nin bıkmaması, usanmaması, başka yerlerde geliştirdiği ilişki ve işbirliklerini AB'nin alternatifi olarak görmemesi gerekiyor.
Şimdi farkında olmayabiliriz ama Türkiye'nin AB üyeliği dünya siyasetinde niteliksel bir değişime yol açacak. Sadece Türkiye ve AB değil, dünya siyasetinin akışı, jeopolitik algılayışın niteliği değişecek. Türkiye, bu değişikliğe talipse, kendisi kadar muhataplarını da değiştirmek zorunda olduğunu anlamalı...