İpler Türkiye’nin elinde | Prof.Dr.Fuat Keyman | Star
Prof. Fuat Keyman, Başbakan Erdoğan ve heyetinin ABD ziyaretini izledi ve izlenimlerini Açık Görüş’e yazdı. Keyman, “Bu ziyareti önemli kılan, Türkiye’nin kendine güvenen, cazibe merkezi olan ve dikkatle izlenen bir ülke olarak orada bulunmasıydı.” diyor.
E. FUAT KEYMAN
Prof. Dr. Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
5 Kasım 2007 yılında Türkiye-Amerika ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası oluşturan Erdoğan-Bush buluşmasından sonra, 7-8 Aralık 2009’da ikinci önemli ziyaret olan Erdoğan-Obama görüşmesi gerçekleşti. Bu ziyareti izledim. 5 Kasım görüşmesi tarihi nitelikteydi. Bu görüşme sonrası Kuzey Irak’ta konuşlanan PKK örgütüne karşı etkili mücadele olanağı ortaya çıktı. Bu süreç, hem Türkiye’nin Kuzey Irak ile ilişkilerinde normalleşme sağladı, hem de belli sorunlar içerse de, Kürt sorununa kalıcı çözüm getirme olasılığını içeren “Demokratik Açılım” sürecini başlattı. Buna karşın, 7 Aralık Erdoğan-Obama görüşmesinden çarpıcı ya da dönüm noktası oluşturacak mesajlar ya da kararlar çıkmadı.
Türkiye-ABD arasında Afganistan sorununa çözüm bulacak işbirliğinin, Türkiye’nin asker sayısını 1700 civarına çıkarması ve güvenlik eğitimi ve ekonomi alanlarındaki katkılarını fazlalaştırması ile derinleştirilmesi; Türkiye’nin İran ile Batı arasında yaşanan gerilimin diyaloga dayalı çözümü için “koridor ülke” rolü oynamasına Başkan Obama’nın destek vermesi; Türkiye-Amerika arasında geliştirilmeye çalışılan “model ortaklık” ilişkisinin ekonomi boyutunun, gerek iki ülke arasındaki ticaretin arttırılması, gerek “nitelikli sanayi havzalarının kurulması” temelinde içinin doldurulması; ABD’nin PKK’ya karşı mücadelede istihbarat desteğini güçlendirmesi; Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yaşanan normalleşmeye ABD-Fransa ve Rusya’dan oluşan Minsk üçlüsü desteğinin artırılması ve Türkiye’nin AB tam üyeliğine ve Kıbrıs sorununun çözümüne ABD’den katkı istenmesi... Amerika ziyareti, bu ve benzeri mesajların ve kararların çıktığı bir ziyaret oldu.
Kendine güvenen ülke
Bununla birlikte, bu ziyaretin en önemli ve çarpıcı tarafı, Türkiye’nin kendine güvenen ve dış politikada ne yaptığını bilen bir ülke olarak ortaya çıkmasıydı. Başkan Obama ile yaptığı görüşmeden sonra Başbakan Erdoğan’ın yaptığı basın toplantısını, sonra SETA’nın (Siyasi Ekonomik Toplumsal Araştırma Merkezi) Washington şubesinin açılması nedeniyle yaptığı konuşmayı ve son olarak da Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun konuşmasını dinledim. Bu seyahat öncesi, Londra’da İstanbul Kültür Üniversitesi Global Politik Trendler Araştırma Merkezi ve LSE Üniversitesi ortaklığında gerçekleşen Türkiye Dış Politikasının Dönüşümü konferansına da konuşmacı olarak katılmıştım. Hem Londra, hem de Washington’da katıldığım ve izlediğim tüm toplantılar şu ortak noktada buluşuyordu: Türkiye’ye ve son yıllarda çok hızlı bir diplomatik etkinlik içinde olan “aktif ve çok taraflı Türkiye Dış Politikası”na küresel ölçekte çok büyük bir ilgi var.
Dahası, Soğuk Savaş döneminde, Doğu ve Batı arasında, ya da Amerikan ve Sovyetler Birliği hegemonyaları arasında bir “tampon ülke kimliği” taşıyan ve pasif ve ikili-ilişkiler temelinde götürülen Türkiye dış politikasının yerini bugün, “kendine güvenli, aktif, vizyon-sahibi olmaya çalışan, bölgesel güç ve kilit ülke konumunda etrafına ve dünyaya yaklaşan, barış ve ekonomik gelişmenin istikrarın ön-koşulu olduğuna inanan ve bu inancını bölgesel çok taraflı diplomatik etkinlik içinde yaşama geçirmeye çalışan bir Türkiye” var karşımızda.
Türkiye bugün ilgi çeken, önem verilen ve yaptıkları dikkatle izlenen bir ülke. Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşmaya 700 civarında çok önemli konuk geliyor ve dikkatlice Başbakan’ın ağzından çıkanları dinliyor.
Benzer bir durum, Ahmet Davutoğlu’nun kuramsal olarak zengin ve inandırıcı, siyasi anlamda da kendine güvenli ve ikna edici konuşmasında yaşanıyor.
Türkiye’nin aktif ve çok taraflı dış politikasında bir “eksen kayması” sorunu yaşanıyor mu; diğer bir değişle, Türkiye, Batı ile ilişkilerini bırakıp Doğu’ya mı yöneliyor? Türkiye’nin İsrail devletini Gazze’de yaşanan insani trajedi temelinde eleştirmesi, acaba anti-İsrail bir konum mu? Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu dinleyen izleyiciler, bu önemli sorulara yanıt arıyorlar. Acaba Türkiye son dönem dış politikasında, İslami referanslı kültürel kimlik ve kültürel yakınlık ölçütleri içinde, “yeni-Osmanlıcılık dönemi” mi yaşıyor? Bu soru da izleyicilerin kafasında. Bir taraftan, izleyiciler, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nı dinlerken, kendine güveni giderek artan bir Türkiye görüntüsüne şahit oluyorlar. Diğer taraftan da, acaba Türkiye yeni-Osmanlıcılık oynayarak Batı’dan kopuyor mu şüpheciliğini taşıyorlar. İlgi ve cazibe böylece şüphecilikle eklemleniyor, ki, bu saptama, bence, 7 Aralık Washington seyahatini özetliyor.
Eksen kayması asıl AB’de
Kendine güvenli Türkiye, İsrail devletinin Gazze saldırısını eleştiriyor ve bu eleştiriyi Başbakan’ın ağzından net ve insan-odaklı bir eleştiri olarak duyuyoruz. Ama, izleyicilerin bir kısmında şüphecilik duygusu artıyor. Acaba deniliyor; İran ile dost bir söylem temelinde ilişkilerini geliştiren ve Suriye ile vize uygulamasına son verme düzeyinde bir yakınlaşma yaşayan Türkiye, İsrail devletine yaptığı ve yinelediği sert eleştiri ile, dış politikasında bir eksen kayması mı yaşıyor ve anti-İsrail, anti-Amerika ve anti-Batı bir dış politika konumlanmasına mı gidiyor? Bu sorunun ima ettiği gibi, ilgi ve şüphenin eş-zamanlı varlığı, 7-8 Aralık ziyaretine damgasını vuruyor. Amerika ziyareti içinde Sayın Davutoğlu’nun yaptığı konuşmayı tam olarak “eksen kayması” sorusuna ayırması, bu anlamda sürpriz değil.
Hem Başbakan, hem de Dışişleri Bakanı, yaptıkları konuşmalarda, ne “eksen kayması”, ne de “yeni-Osmanlıcılık” eleştirilerini kabul etmiş göründüler. Aksine, AB’nin Türkiye’ye yaptığı çifte standartları eleştirdiler ve AB içinde, özellikle Fransa ve Almanya’nın Türkiye politikaları sonucunda, esas Avrupa’nın eksen kayması yaşadığını söylediler. Başbakanın, “eksen kayması yaşayan bir yer varsa, o yer AB’dir” saptaması, güçlü ve ilgi uyandıran bir eleştiriydi.
Bu ilginç savunmanın gerisinde, çok önemli bir dış politika yapma anlayışı var. Sayın Davutoğlu’nun konuşması, eksen kayması eleştirilerine ve şüpheciliğe güçlü bir yanıt oluyor. Davutoğlu’na göre, sadece “coğrafya” ve “tarih” bir dış politikanın ana eksenini oluşturuyor ve bu iki ölçüt dışında Türkiye dış politikası, değişen şartlara ve süreçlere göre yeniden-yapılanıyor. Bu bağlamda da, aktif ve çok taraflı Türkiye dış politikası Türkiye’nin küreselleşen dünyanın içerdiği sorunlara ve içinden geçtiği değişime verilen rasyonel bir yanıttır. Kültürel kimlik ve kültürel yakınlıkları kullanmakla birlikte, yeni dış politika, özünde, rasyonel bir tercihtir.
Türkiye’nin yeni kimliği
Bu tercih içinde, üç ana ilke, Türkiye’nin dış politika anlayışı ve eylemini belirlemektedir. Birincisi, dış politika, çatışma ya da kriz temelli değil, vizyon temelli olmalıdır. Yumuşak güç ve aktif-yapıcı diplomasiye dayalı dış politika vizyonu sonucunda, Türkiye, gerek bölgesel, gerekse de küresel ölçekte etkili olmaktadır. Vizyon dış politikada etkili ve verimli olmayı ortaya çıkartmaktadır.
İkincisi, dış politika “sistematik ve tutarlı bir çerçeve” üzerinde hareket etmelidir. Dış politika, güvenlik ile ekonomi, ekonomi ile kültürel kimlik ve kimlik ile çevre arasında ilişkilerini birlikte ve bağlantılı kullanmalıdır. Gerçekten de, son dönem Türkiye dış politikası, “komşularıyla sıfır sorun” anlayışı içinde, güvenliğin ön-koşulu olarak ekonomi ve kültürel kimliği gören bir hareket tarzı izlemiş ve Suriye, Lübnan, Irak ile ilişkilerde, Ermenistan açılımda ve diğer ülkelerle ilişkilerde sistematik ve tutarlı bir çerçeve içinde hareket etmiştir.
Üçüncüsü, Türkiye dış politikası son dönemde ‘yumuşak güç’ kullanımını ön plana çıkartmıştır. Yumuşak güç kullanımı, diğer ülkelerle ilişkilerde, ekonomik ve kültürel işbirliği, sorunların çözümünde diyalog temelli hareket etme ve karşılıklı bağımlılık temelinde ilişkileri güçlendirme politikasını içermektedir. Yumuşak güce dayalı diplomasi, Türkiye dış politikasının yeni kimliğidir ve başarıda bu kimliğin doğru ve etkili kullanımında yatmaktadır.
Şüpheleri gidermenin yolu
Türkiye-Amerika ilişkileri rayında; 7-8 Aralık 2009 Amerika ziyareti bu sonucu ortaya çıkartıyor. Türkiye’nin son dönem diplomasi hamleleri Amerika ve Avrupa tarafından olumlu karşılanmakta ve desteklenmektedir. Fakat bu hızlı dış politika dönüşümünün yarattığı şüphelerin de Batı dünyasında seslendirildiği, göz ardı edilemez bir gerçektir. Bu şüphelere karşı, yukarıda sıraladığım üç ana ilke temelinde hareket eden Türkiye dış politikası, etkili bir yanıt verme potansiyeline sahiptir. Dahası, ilkeli ve tutarlı dış politika kendine güvenen bir Türkiye’yi ortaya çıkartmaktadır. Bu politikanın Amerika’nın ve Avrupa’nın çıkarları ve dünyaya bakışıyla uyuştuğu da, bu aktörler tarafından dile getirilmektedir. Kendine güvenli Türkiye’nin Türkiye-AB tam üyelik müzakere sürecinde de güçlü olup, olamayacağını göreceğiz.
Ama, hem Başbakan’ın, hem de Dışişleri Bakanı’nın, Amerika ziyaretinde, AB’yi çok sert ve net bir dille eleştirmesi de, Türkiye’nin AB sürecindeki tavrının, katılım tarihi alma konusunda artık sert olacağını da göstermiştir.
Türkiye dış politikasına karşı ilgi/cazibe ile şüphecilik duygularının eş-zamanlı yaşandığı ve dillendirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Ama aynı zamanda da, Türkiye’nin kendine güvenli bir ülke olarak kendini konumlandırdığı bir dönemdeyiz. Gelecek için ipler Türkiye’nin elinde gözüküyor.