AP seçimleri prizmasından Türkiye'ye düşen renkler - Menekşe Tokyay
Haziran ayının ilk haftası gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları açıklandığından beri, Avrupa Birliği'ne ilişkin sayısız tartışma ve sorgulamanın "Pandora'nın Kutusu" misali etrafa saçılmasına tanıklık etmekteyiz.
Verimli bir tartışma kültürü yaratması ve bu zamana değin bilinçaltlarına yerleşmiş kimi değer ve yargıların sorgulanması açısından bundan daha doğru bir zemin olamazdı. Tartışmalar, seçimlere katılım oranının ardında yatan nedenlerden, aşırı sağın zemin kazanması ve merkez sağın sosyal demokrasi aleyhine güçlenmesine, ekonomik krizin seçmen davranışlarına olan doğrudan etkisinden seçim kampanyalarında Türkiye propagandasının sandığa yansımalarına dek geniş bir yelpazede sürdürülmekte ve Avrupa tasavvuruna yönelik olarak giderek daha entelektüel ve sorgulamacı bir algının gelişmesine fırsat sunmaktadır.
Öncelikle bazı gerçeklerin göz önünde bulundurulmasında yarar var: Parlamento, Türkiye'nin üyelik sürecini doğrudan etkileme yetkisine sahip olan bir kurum niteliği taşımıyor. Önümüzdeki yasama döneminde müzakere sürecini birebir etkileyen bir oylama da yok. Genişlemeye yönelik kararlar da Konsey'in oybirliğiyle alınıyor. Ancak, yine de Avrupa Parlamentosu'nda Türk dostu her parlamenterin kaybı, Türkiye'nin Avrupa nezdindeki tanıtım projeleri ve iletişim stratejilerindeki gayretini bir kat daha artırması anlamına geliyor.
'Öteki' algısı kırılmalı
Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu manzara bağlamında, altı vekilden birinin yabancı düşmanı olarak belirdiği ve Almanya-Fransa-Hollanda ve Avusturya gibi birliğin motor güçleri olarak nitelendirilen ülkelerdeki sağ partilerin Türkiye karşıtlığını alenen dile getirdiği bir ortamda, "öteki" algısını kıracak kozların kullanılması önem taşıyor. Bu çerçevede, AB uzmanı gazeteci-yazar Zeynep Göğüş tarafından da dile getirilen öneriyi dikkate almak gerekiyor: Türkiye ve Avrupa Birliği arasında parlamentolar arası bir dostluk grubunun kurulması. Keza, parlamento yapısı itibariyle diyaloğa oldukça açık bir kurum iken, bu fırsatı zamanında ve süreç daha da karmaşık bir hal kazanmadan kullanmalıyız. Önceki dönemde parlamento içinde kurulan "Türkiye'nin Avrupalı Dostları Grubu" bu konuda olumlu bir referans teşkil edebilir. Bir diğer ifadeyle Türkiye yeni parlamentonun karşısına tam üyelik hedefine yönelik daha güçlü, ilkeli, karşılıklı taahhütleri ön plana getiren, duygusallıktan uzak, teknik bir söylemle çıkmak zorunda. Her ne kadar Türkiye'nin üyeliği söz konusu olduğu zaman diliminde, bu parlamento bileşiminin görevde olmayacağı doğru olsa da taraflar arasındaki kopukluğu uzun vadede derinleştirmemek ancak bu tür yenilikçi tedbirlerle mümkün olacaktır. Her iki seçmenden birinin sandığa gitmediği bu seçimlerde, katılmayanların da Türkiye lehine bir potansiyel olarak algılanıp, bu temelden de hareket edilmesi mümkün olabilir. Öte yandan, önümüzdeki ay Fransa'da başlayıp dokuz ay sürecek olan "Türkiye Mevsimi"nin, kültürel, siyasi ve sosyal etkinlikleriyle, seçimlerde sadece Türkiye karşıtlığı söylemi üzerinden bile her üç seçmenden birinin oyunun kazanıldığı bir düşünsel coğrafyayı içten fethedeceği öngörülmekte... Sayın Mensur Akgün'ün de çok güzel belirttiği gibi, "Avrupa Birliği'ni kendi dışımızda, siyasi irademizden bağımsız, şekillenmesi ve yönetilmesi imkânsız bir oluşumdan ziyade, onu yönetmeye, yönlendirmeye talip bir irade ile ortaya çıkmamız gerekiyor."
Kısacası, birlik ülkelerinde esen bu değişim rüzgârını Türkiye'nin çok iyi okuyup tahlil etmesi şart. Örneğin, Fransa'daki Yeşiller partisinin efsanevi ve karizmatik lideri Daniel Cohn-Bendit, namı diğer "Kızıl Dany", Türkiye'nin üyeliği yanlısı açıklamalarına rağmen, seçimlerde olağanüstü bir başarı elde ederken Hollanda'da ikinci parti olarak çıkan aşırı sağcı Wilders'a "Türkiye milyonlarca yıl geçse de AB üyesi olamayacak" dedirten toplumsal psikolojinin tezatlığını sorgulamak gerekiyor.
Onarılmaz yaralar açılabilir
Buna ilaveten bir hatırlatmada bulunmakta yarar var: Söz konusu parlamento profili, 2014-2018 döneminin bütçesini onaylama yetkisine sahip ve bu bütçe de elbette Türkiye'nin üyeliği ve genişleme perspektifiyle birebir ilintili olacak. Öte yandan, parlamentoda önümüzdeki dönemde yaşanması muhtemel olan aşırı sağ merkez sağ arasındaki hassas güç mücadelesinde Türkiye'yi de içeren yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı unsurlarının bir koz olarak kullanılması durumunda ise sürecin hem Türkiye'deki Avrupa Birliği algısına hem de Avrupa halklarındaki öteki algısında onarılamaz yaralar açması olasıdır.
Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu bir diğer semptom ise Avrupa Birliği'nin yaşadığı özgüven eksilmesi ve dünyaya korkulu gözlerle bakışı oldu. Bunun Türkiye üzerindeki birincil yansıması, Türkiye'nin kendi içinde Avrupa'nın tüm kâbuslarını ve tehdit algılarını barındırıyor olması: (i) Genişleme ve AB'nin sınırları, (ii) Polonyalı muslukçu metaforundan palabıyıklı Türk algısına doğru kayan göç korkusu ve farklılıklara uyum sağlama (accomodating) kapasitesinin reddi ve (iii) 11 Eylül'ün ardından oluşan terör korkusu ve bununla bağlantılandırılan İslamofobi. Bir diğer anlatımla Türkiye AB'ye içkin olan bütün belirsizliklerin ve birikmiş endişelerin yansıtıldığı bir prizmaya dönüştürüldü. Sorunun tarafları eşit ve etkin bir diyalog zemininde bir araya gelmedikçe ise, bu ötekileştirme sorunu konuşulamıyor ve temelsiz bir şiddet ve çatışma ortamının altyapısı hazırlıyor. Değerli sosyolog Sn. Nilüfer Göle'nin de işaret ettiği, "bir araya gelme noktaları, iç içe geçişler ve eklemlenmelerden bir yenilik zemini ortaya çıkması", parlamentolar arası diyalog grupları gibi yenilikçi açılımlarla gerçekleşebilecektir.
Avrupa Parlamentosu seçimleri sonucunda ortaya çıkan tüm bu olumsuz görüntüye ve yükselen ırkçı ve sağcı söylemlere rağmen, Avrupa Birliği hedefi sadece ve sadece Ankara'nın reform sürecindeki başarılarına ve ilerlemeci ivmesini artırmasına bağlı.
Nietzsche'nin ebedi yineleme üzerine kurguladığı "insan, tüm yaşamı durmadan döndürülen bir kum saatidir" görüşünü, parlamentonun şu anda yaşadığı dönüşüme indirgersek, bu seçim sonuçlarının tüm Avrupa halklarının toplumsal psikolojisi açısından durmadan döndürülen bir kum saati (veya kısırdöngü) olmaması önem taşıyor. Zira, sonsuz dönüşün merkezinde yatan bu tehlike, halkların (İslamofobi, yabancı düşmanlığı, içe kapanmacılık, Türkiye korkusu) sürekli karşılaştığı sorunların ve korku objelerinin tekrar tekrar karşılarına çıkmaları riskini taşıyor. Avrupa'nın bu korkularla yüzleşmesi ve kendini, onu var eden tüm ulus-devletlerle birlikte ortak bir zaman ve mekân algısı içinde "çağdaş" zemine çekip "aydınlanma ruhu"na geri dönmesi sürecinde ise Türkiye'nin üzerine tahmin edilenden daha büyük bir rol düşüyor.