Üyelik cazibesini yitirirse | Mensur Akgün | Referans
Pazartesi akşamı Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış İstanbul Kültür Üniversitesi bünyesindeki Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi tarafından düzenlenen bir yemekte konuştu ve hükümetin geçen yıl AB için yaptıklarını, bu yıl yapacaklarını anlattı.
Kendisinin başmüzakereci olarak atanması ile başlayan süreci özetledi. Çoğunu şimdiden unuttuğumuz, dolayısıyla hiç olmamış varsaydığımız reformları ve ziyaretleri hatırlattı. Bağış, en çok da Kıbrıs sorununun üstünde durdu. Yakalanan konjonktürel fırsatın kaçmaması gerektiğini vurguladı.
Türkiye, Yunanistan ve "ada"nın iki kesiminde çözüm isteyen iktidarların işbaşında olduğunu, nisan ayında KKTC'de yapılacak başkanlık seçimlerine kadar geçecek sürenin iyi değerlendirilmesi gerektiğini, müzakerelerde ilerleme kaydedilmesinin şart olduğunu söyledi. Geçmişe verdiği referanslarla Türkiye'nin bundan sonra da iki adım önde olma politikasını sürdüreceğini belli etti.
Devlet Bakanı'nın üslubu yapıcıydı. Hristofyas'tan saygıyla söz etti. Kelimeleri özenle seçti. Çatışmacı değil uzlaşmacıydı. Suçlayıcı değil çözümcüydü. Israrla AB'nin Türkiye için ne denli önemli olduğunun altını çizdi.
Sorulan bir soru üzerine Heybeliada Ruhban Okulu konusunda da alışılmışın dışında bir siyasi tutum sergileyerek, Türkiye'nin Rum vatandaşlarının haklarının mütekabiliyete bağlanamayacağını söyledi. AB'den Sorumlu Devlet Bakanı tam da AB ideallerine bağlı biri gibi konuştu.
Bağış, ekim ayında TESEV tarafından düzenlenen bir toplantıda da aynı üslubu kullanmış, hatta Rumlara çağrıda bulunarak komisyon tarafından yıllar önce hazırlanan Doğrudan Ticaret Tüzüğü'nü kabul etmeleri halinde Türkiye'nin gümrük birliğinden doğan sorumluluklarını yerine getireceğini, liman ve havaalanlarını Kıbrıs, yani Rum bayraklı gemi ve uçaklara açacağını söylemişti.
Ancak bildiğiniz gibi ne Bağış'ın söyledikleri ne de adada kurulacak yeni düzenin işleyişine ilişkin öneriler Rum tarafında yankı buldu. 60 küsur tur yapılan görüşmelerden de henüz bir sonuç çıkmadı.
Rumlar bariz bir şekilde AB üyeliklerine, Türkiye'nin üye olma ihtirasına güveniyor. Zannediyorlar ki Türkiye üye olmak için her şeyi yapar, sorunun çözümü için Kıbrıslı Türklerin kolunu büker. Dolayısıyla da beklemek gerekir.
Zaman da kendi lehlerine çalışmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açılan davalar ve geliştirmeye çalıştıkları hukuk düzeni sayesinde zaten ambargolarla yıldırılan Kıbrıslı Türkler onların istediği çözüme nasılsa razı olacaktır.
Belli ki Kıbrıslı Rumlar Türkiye tarafından atılan adımları zayıflık belirtisi olarak görüyorlar, istediklerini elde edecekleri günün tahminlerinden daha yakın olduğunu düşünüyorlar.
Ama yanılıyorlar. Her şeyden önce Türkiye'nin üyeliğinin önündeki tek engel kendileri değil. Fransa, retoriği değiştirse de hâlâ en ciddi engel olarak duruyor. Dolayısıyla üyelik uğruna herhangi bir "fedakârlık" yapılması anlamsız.
İkincisi, AB'nin önemi Türkiye için giderek azalıyor. Üyeliğin itici gücü olan liberaller Türkiye demokratikleştikçe, sorunlarını çözdükçe AB üyeliğine daha az atıfta bulunuyor. Rumlar farkında olmayabilirler, fakat Kürt sorunu konuşulurken Kopenhag kriterlerinden hemen hiç bahsedilmedi.
Ben Kıbrıs Rum Yönetimi'nin yerinde olsam Türkiye'yi çok daha iyi takip ederdim. Giderek kendine daha güvenli hale gelen bu ülkenin zayıflık ya da AB ihtirası yüzünden değil, benimsediği stratejinin gereği olarak onlara yakınlaşmaya çalıştığını anlardım.
Aslında çok uğraşmama da gerek olmazdı. Sadece ziyaret trafiğine, Türkiye'nin son zamanlarda kurguladığı dış politikasının temel parametrelerine, dünyada algılanışına, biraz da istatistiklerine bakmam yeterdi. Üyelik sürecinin cazibesini yitirebileceğini görürdüm...