
Suriye Dosyası | Doç. Dr. Emre Erşen ile Türkiye-Rusya İlişkileri Üzerine
Yasin Küçükkaya – Nisan 2020
Türkiye, Suriye ile sınır komşusu olması, bölgeyle ilişkisi ve iddiası açısından Suriye’deki gelişmelerden doğrudan etkilenmektedir ve karşı karşıya olduğu zorlukları kendi çıkarları açısından yönetmek durumundadır. Bu zorlukların başında Rusya’nın Eylül 2015’in sonunda statüko yanlısı bir tutumla Suriye iç savaşına müdahil olması gelmektedir. Çünkü Rusya’nın müdahalesi ile sahadaki durum köklü bir biçimde değişmiştir. Türkiye’nin Ekim 2019’da Barış Pınarı Harekâtı’nı başlatmasına dek Suriye’nin kuzeybatısındaki Rus etki gücü, bu operasyonun ardından Fırat Nehri’nin doğusuna da geçmiştir. Mevcut durumda Rusya, Suriye sahasındaki en önemli aktör konumundadır. Küresel, bölgesel ve Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara uygulanabilir çözümler üretmek amacıyla 2009 yılında kurulan Küresel Siyasal Eğilimler Birimi (GPoT), aynı amaç doğrultusunda Suriye’deki iç savaş 10. yılına girerken alanında uzman isimlerle görüşmeler gerçekleştirerek bir dosya çalışmasını hayata geçirmeye karar vermiştir. “Türkiye’nin Suriye’de Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar” adlı bu dosya çalışması 4 başlıkta toplanmıştır. Bunlar; Türkiye-Rusya İlişkileri, Türkiye-ABD İlişkileri, Göç Baskısı ve Sahadaki Durum ve Aktörlerdir. Dosya çalışmasının ilk konusu olan ‘Türkiye-Rusya İlişkileri’ için GPoT Proje Asistanı Yasin Küçükkaya (Y. K.), 27 Mart 2020 tarihinde Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emre Erşen (E. E.) ile bir röportaj gerçekleştirmiştir. Röportajda öne çıkan soru ve cevaplar aşağıda verilmiştir.
Y. K. : Öncelikle görüşme talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Suriye dosyamızın ilk etabında Türkiye-Rusya ilişkilerini sizle konuşacak olmaktan memnuniyet duyduğumuzu belirtmek istiyorum.
E. E. : Ben de teşekkür ederek başlamak istiyorum. Geçirdiğimiz bu zor günlerde akademik üretime devam ediyor olmanız çok kıymetli.
Y. K. : Çok teşekkür ederiz hocam, bunları duymak çok güzel. Öncelikle sıcak bir meseleden başlamak istiyorum, İdlib meselesinden. Biliyorsunuz 5 Mart'ta Türkiye ve Rusya arasında Moskova’da bir mutabakat imzalandı. Bu, Eylül 2018’de varılan Soçi Anlaşması’ndaki sınırları da bir bakıma değiştiren, sahada yeni bir gerçeklik meydana getiren bir anlaşmaydı. Daha doğrusu ilgili mutabakat, sahadaki gerçekliğin anlaşmaya yansımasıydı. Bu bağlamda, Moskova Mutabakatını ikinci bir Soçi anlaşması olarak değerlendirebilir miyiz?
E. E. : Evet, zaten yeni mutabakatın adının Soçi-2 olarak adlandırılması oldukça popüler oldu son zamanlarda. Yani liderler resmi anlamda bunun adını 2. Soçi Anlaşması koymadılar, fakat pek çok yerde anlaşmanın Soçi-2, hatta Soçi 2.0 olarak da değerlendirildiğini görmek mümkün. Bunun birkaç sebebi var. Genel olarak Rusya-Türkiye ilişkilerinde Suriye meselesini gözden geçirebilmek için ben hızlıca bir hafıza tazelemesi yaptım bu mülakattan önce. Çünkü o kadar fazla Moskova ve Soçi görüşmesi yapıldı ki bunlar acaba hangi aşamadalar, gerçekten artık anlamak da zorlaşıyor bizim için. Hatta toplam görüşme sayılarına baktığımız zaman, Erdoğan ve Putin 2016'dan 2019 yılı sonuna kadar 24 kez yüz yüze, 45 kez de telefonda görüşmüşler. Dolayısıyla artık hangisi Soçi, hangisi Moskova mutabakatıydı, bunu hatırlayabilmek için biraz hafızaları zorlamak gerekiyor. Ekim 2018’deki ilk Soçi mutabakatı İdlib’deki meseleye ilişkin ilk kapsamlı çözüm planını sunmuştu ve bu açıdan İdlib’e belli bir düzen getirmeyi de başardı. Çünkü o dönemde Rusya ve Esad’ın İdlib’e birlikte müdahale etmesi söz konusuydu. Birinci Soçi mutabakatı ile bu müdahalenin önüne geçildi, fakat daha sonra 5 Mart 2020’deki anlaşmaya kadar geçen iki senelik sürede İdlib'de ciddi jeopolitik değişiklikler oldu. 5 Mart’taki mutabakat bu durumun Türkiye tarafından da kabul edilmesi anlamına geliyor. Örneğin 2018 yılındaki ilk Soçi mutabakatında M5 adı verilen otoyol Türkiye'nin desteklediği muhaliflerin elindeydi, yeni anlaşmada ise bu otoyolun artık tamamen Esad rejimine devredildiği anlaşılıyor. Yine M4 dediğimiz ikinci otoyolla ilgili de yeni bir düzenleme getirildi. Dolayısıyla 2018 ve 2020 yılındaki iki haritayı yan yana koyduğumuzda İdlib’deki jeopolitik değişim otomatik olarak karşımıza çıkacaktır, ana farkın bu olduğunu söylemek mümkün.
Y. K. : Peki Türkiye'nin bu ikinci anlaşmanın sahada meydana getirdiği yeni gerçekliğe direnme, ilk anlaşma sınırlarının muhafaza edilmesi noktasında diretme şansı var mıydı?
E. E. : Türkiye’nin İdlib’deki askeri müdahalesini başlattığı zaman özellikle silahlı insansız hava araçlarını kullanmada çok ciddi bir başarı gösterdiği ve Esad rejiminin elindeki tüm askeri imkânlara rağmen Türkiye'ye karşı zemin kaybettiği görüldü. Buna rağmen Rusya yine de diplomatik anlamda Türkiye'yi M5 otoyolu ve çevresiyle ilgili kendi yaptığı planı tanıması için zorladı. Dolayısıyla Türkiye’nin sahadaki askeri kazanımlarının diplomatik anlamda masaya yansımadığı söylenebilir. Gelinen noktada Türkiye'nin kesin olarak M5 otoyolunun kontrolünü Esad rejimine devrettiğini görüyoruz. Burada önemli olan bir diğer nokta da Türkiye'nin bu konuda Rusya’ya karşı ciddi sınırlarının olduğunun ortaya çıkmış olması. Evet, Türkiye Suriye sahasında çok önemli bir aktör ama burada ana oyun kurucunun Rusya olduğunu da hiçbir zaman unutmamamız lazım. Neden Rusya? Çünkü ABD Suriye’de bu kararlılığı gösteremedi. Hatta Washington’un Fırat’ın doğusunda YPG ile beraber kontrol ettiği bölgede dahi esas olarak ilgi duyduğu konunun petrol olduğunu anlıyoruz. Sonuç olarak Türkiye’nin ve diğer tüm aktörlerin Rusya'nın buradaki ana oyun kurucu olduğunu unutmadan adımlar atması gerekiyor. Nitekim bu ikinci Soçi anlaşması da bir kez daha bize bunu gösterdi.
Y. K. : Baktığımız zaman anlaşma İdlib gerginliği azaltma bölgesindeki askeri faaliyetlerin de durdurulmasını öngörüyor. Bu, tarafların karşı karşıya gelmesini engellemek için olduğu kadar Türkiye'nin İdlib'deki askeri kapasitesini artırmasını da engellemek için anlaşmaya eklenen bir maddeydi. İlgili madde Türkiye'nin buradaki faaliyetlerini nasıl etkiler? Türkiye günün birinde bu maddeyi ihlal etmek zorunda kalır mı? Çünkü biliyorsunuz Türkiye burada ciddi tehditlerle karşı karşıya. Geçtiğimiz günlerde M4 otoyolu üzerinde yapılan Türk-Rus ortak devriyesinde Türk askerleri hedef alındı. Neler söylemek istersiniz?
E. E. : İkinci anlaşmanın aslında geçici bir anlaşma olduğunu düşünmek için pek çok sebep var elimizde. Yani bu anlaşmanın ne kadar süre geçerli kalacağı ve yeni bir Soçi anlaşmasının yapılıp yapılmayacağını önümüzdeki süreç belirleyecek. Tabii koronavirüs nedeniyle Rusya'nın da Türkiye'nin de şu anda bütün dikkati kendi sağlık meselelerine kaymış durumda, bunu da unutmamak lazım. Son duruma baktığımızda ise bir taraftan iki ülke arasında ortak devriyeler devam ediyor, bir taraftan da sahada “radikal” diye nitelendirilen gruplar ilk kez Türkiye'yi hedef alıyor ve Türkiye de buna askeri karşılık veriyor. Bana kalırsa bu önemli bir gelişme, çünkü Türkiye buradaki gruplar ile köprüleri tamamen atmak istemedi ve bir şekilde onları Suriye muhalefetinin bir parçası haline getirme çabası içerisinde oldu. Hatta zamanda biraz geriye gidecek olursak Türkiye ve Rusya arasında İdlib meselesi ilk gündeme geldiğinde Rusya’nın Türkiye'den en büyük beklentisi de radikal ve ılımlı olarak nitelendirilen muhaliflerin birbirinden ayrıştırılmasıydı. O dönem Türkiye’nin bu sorumluluğu üzerine alması çok eleştirildi, fakat açıkçası çok fazla bir seçeneği de yoktu. Çünkü eğer Türkiye bu anlaşmayı yapmasaydı, Rusya ve Esad güçleri İdlib’e bir askeri operasyon başlatmak üzereydi. Bu ise Türkiye için yeni bir mülteci dalgası anlamına gelecekti.
Sonuç itibariyle ben Türkiye'nin askeri stratejisini de bu bağlamda değerlendiriyorum. Türkiye burada Rusya veya Esad rejimi ile yeni bir çatışmaya girmek niyetinde değil. Yoksa zaten bu ikinci anlaşma da yapılamazdı. En önemli nokta ise radikal olarak görülen grupların bu anlaşmaya uyup uymayacağı sorusu. Mesela geçenlerde ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’den Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) artık eskisi kadar ciddi bir tehdit olarak görülmeyebileceği şeklinde bir açıklama geldi. Bu açıklama Türkiye’yi cesaretlendirici ve teşvik edici bir açıklama gibi algılandı ancak Rusya'yı buna ikna etmek ne kadar mümkün olacak? Rusya açısından durum oldukça net, çünkü Suriye’de kendileri için başlıca tehdidin HTŞ olduğunu söylüyorlar ısrarla. Hatta bu örgüte El Nusra diyorlar hala, örgüt isim değişikliğine gitmiş olmasına rağmen. Dolayısıyla Türkiye'nin bu örgüt üzerinde ne kadar etkili olabileceğini M4'teki ortak Türk-Rus devriyeleri bize gösterecek. Ama burada ben Türkiye'nin de Rusya'nın da yeni bir çatışma istediklerini düşünmüyorum. Yine de askeri konular noktasında çok dikkatli olmak lazım, çünkü en ufak bir kıvılcım orada Türkiye-Rusya çatışmasına dönebilir ki en son gerginliğin kaynağı da tam olarak buydu aslında. Türkiye'nin bir daha böyle bir krizin içerisine girmemek için çaba sarf edeceğini tahmin ediyorum.
Y. K. : Türkiye’nin Bahar Kalkanı Harekâtı adı verilen askeri müdahalesinde elde ettiği askeri kazanımları birer siyasal çıktıya dönüştüremediğinden bahsettiniz. Bu noktada en çok göze çarpan husus mülteci meselesinin anlaşmaya hiçbir biçimde yansımamış olması ve bu meselenin, buradaki mülteci baskısının hala Türkiye'nin sorumluluğuna bırakılmış olmasıydı. Bunun yanında hâlihazırda rejimin kontrolündeki bölgelerde bulunan Türk gözlem noktalarının güvenliği de anlaşmaya giremedi. Dolayısıyla Türkiye hassasiyet gösterdiği başlıca konuları anlaşmaya yansıtamadı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
E. E. : Ankara’nın bu hususları anlaşmaya dâhil etmeye çalıştığını düşünüyorum. Fakat herhangi bir anlaşmada tüm taraflar memnun olacak diye bir kaide yok. Bir kez daha Suriye sahasındaki en önemli oyun kurucu aktörün Rusya olduğunu unutmamamız lazım. Dolayısıyla beğenelim ya da beğenmeyelim Türkiye, Suriye sahasında ancak Rusya’nın önceliklerini takip ettiği sürece sonuç alabiliyor, hatta bu ABD için de böyle. ABD biliyorsunuz Suriye sahasındaki etkisini yitirmiş görünüyor ki bu aslında kendi seçimiydi. Haliyle ABD’nin Suriye’den uzak kalmasıyla İran, YPG ve diğer tüm aktörlerin Rusya’nın önceliklerini gözetmek zorunda kaldıkları bir dönemden geçiyoruz. Türkiye açısından buradaki ana sorun şu ki Suriye haritası çok parçalı bir hale geldi. Bir tarafta İdlib var ve bu önemli bir konu ama öbür tarafta Rusya ile Fırat’ın doğusunda kalan sınır boyunca devam eden ortak devriyeler var. Dolayısıyla böyle çok denklemli bir Suriye haritasında Türkiye’nin de belli bir denge gözetmesi gerekiyor. Türkiye İdlib konusunda çok daha ciddi bir şekilde bastırsaydı yani Esad rejimini ve Rusya’yı tamamen karşısına alsaydı, önem verdiği diğer ve belki de daha acil konu olan YPG ve PKK tehdidi konusunda çok ciddi sıkıntılar ortaya çıkabilirdi. Burada bir öncelik sıralaması olduğuna dikkat etmek lazım.
Ayrıca Türkiye’nin Rusya ile daha önceden üzerinde anlaşmaya vardığı ve sınır boyunca sürdürülen 10 kilometre derinlikteki ortak devriyeler meselesi de önem taşıyor. O anlaşma yapıldığında Türkiye'nin Esad rejimi ile istihbarat düzeyinde temas sağladığına yönelik haberler çıkmıştı. Ancak 3-4 ay geçmeden tekrar Esad rejimi ve Türkiye arasında bir doğrudan çatışma ihtimali doğdu. Hâlbuki henüz birkaç ay önceki stratejik durum çok daha farklıydı. Dolayısıyla Suriye’de gerçekten zeminin çok kaygan olduğunu ve bu kaygan zeminde bir anda kendimizi hiç istemediğimiz noktalarda bulma ihtimalimizin olduğunu unutmamak lazım. Türkiye, İdlib'de atacağı bir adımla veya vereceği bir kararla kendisini Suriye’nin diğer noktalarında başka tür sıkıntılar içerisine sokabilir. Zannediyorum Türkiye de zaten bu dengeyi kurmaya çalışıyor. Elbette Türkiye’nin elde etmek istediklerini İdlib'de alamamış ya da hayata geçirememiş olması önemli bir sorun olarak görülebilir. Ancak Suriye genelindeki stratejide eğer işe yarayacak bir durum yaratabiliyorsa bence şu aşamada önemli olan Rusya ile iş birliğinin devam ettirilmesi olur. Türkiye’nin İdlib'de maksimalist davranmıyor olmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum.
Y. K. : O halde Türkiye için YPG tehdidinin İdlib ya da diğer bölgelerdeki tehditler ile kıyaslandığında daha büyük bir tehdit olarak kabul edildiğini söyleyebilir miyiz?
E. E. : Tehditler arasında bir sıralama yapılır mı ya da yapmak ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Çünkü her birinin farklı boyutları var. YPG'den algılanan tehdit doğrudan ulusal güvenlikle ilgili. Ancak güvenliği çok boyutlu düşünecek olursak Suriye’den yeni bir mülteci dalgası da yine önemli bir güvenlik sorunu sayılabilir, çünkü toplumsal ve ekonomik anlamda çok ciddi sıkıntılar doğuracaktır. Dolayısıyla bunlar arasında bir sıralama yapmak belki çok mümkün değil ama genel olarak Türkiye'nin özellikle 2020 yılının Mart ayında yaşanan olaya kadar en önemli sorununun YPG olduğunu görüyorduk. Şu an için İdlib'deki mesele biraz daha öne çıkmış gibi görünüyor. Türkiye’nin uzun zamandır Rusya’ya bu konuda taleplerde bulunmasına rağmen mülteci meselesinin Moskova tarafından çok da ciddiye alınmaması da Türkiye açısından büyük bir sıkıntı. Özetleyecek olursam, ben Rusya’nın mülteci meselesinin Türkiye açısından ne kadar acil olduğunu özellikle değerlendirmek istemediğini düşünüyorum. Çünkü aslında Ruslar da Türkiye'nin bu konuda ne kadar çok sıkıştığının farkındalar. Fakat bir nedenden dolayı mülteciler konusu onlar için bu kadar hassas görünmüyor veya bunu Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmak için bu şekilde davranmak daha fazla işlerine geliyor.
Y. K. : 5 Mart günü yapılan anlaşmada M4 karayolunun hem güneyinde hem de kuzeyinde 10 kilometrelik bir “güvenli bölge” tesis edileceği ve M4 karayolu üzerinde de Türk-Rus ortak devriyesinin yapılmasına başlanması yer alıyordu. Şimdi iki bakımdan belirsizlikler söz konusu. İlk olarak; güvenli bölge konusunun ucu açık bırakıldı, yalnızca iki ülke savunma bakanlıkları tarafından ilerleyen süreçte bunun görüşüleceği şeklinde bir şerh kondu anlaşmaya. İkincisi, M4'ün altında kalan genişçe bir alanda radikal olarak adlandırdığımız grupların kontrol ettiği yerler bulunuyor ve bu gruplar 5 Mart günü yapılan mutabakatı kabul etmediklerini de duyurdular (HTŞ ve Suriye El Kaidesi olarak bilinen Huras el-Din Örgütü bu anlaşmayı reddettiklerini duyurdu). Böyle bir atmosferde M4 üzerinde ortak devriyelerin sağlıklı bir şekilde yapılması ne kadar mümkün ve anlaşmada geçen güvenli bölge ifadesi ne anlama geliyor? Bununla ilgili görüşleriniz neler?
E. E. : “Güvenli bölge” kavramı Suriye özelinde çok ciddi bir dönüşüm geçiriyor sanırım. Çünkü Suriye’de başka tür güvenli bölgeler de var. Hatta Ankara Suriye’de mültecilerin yerleştirilmesi için uçuşa yasak bölge ilan edilmesi için zamanında çok uğraştı ama olmadı. Ancak 5 Mart anlaşmasındaki güvenli bölge kavramsallaştırması farklı bir içeriğe sahip. Burada söz konusu olan bir güvenli bölgeden ziyade bir ateşkes bölgesi. Aslında bu son anlaşmanın bir ateşkes bile sayılmaması gerektiğiyle ilgili çok ciddi yorumlar yapıldı. Dolayısıyla bunun geçici bir çözüm olduğunu düşünmek lazım. Daha ilk baştan bu ateşkes durumunun çok da uzun sürmeyeceği anlaşıldı zaten. M4 üzerinde Türk-Rus ortak devriyeleri başladığı zaman lastikler yakıldı ve yolu kapatarak barikat kurdular. Nihayetinde bu ilk devriye tam olarak yapılamadı, daha doğrusu belli bir yere kadar yapılabildi ve sonra durduruldu. İkinci devriyede de Türk askerleri direkt olarak hedef alındı. Burada önemli olan nokta şu ki Türkiye, 2018 yılındaki Soçi Anlaşması ile çok önemli bir sorumluluğun altına girdi. Ilımlılarla radikalleri birbirinden ayrıştırma sözünü Rusya’ya vermiş bulundu. Rusya şu anda gözlemliyor ve Türkiye ile bir süre daha bu devriye uygulamasını götürmeye çalışıyor. Ancak günün sonunda istediği türden bir sonuç alamazsa M4 hattında ve genel olarak İdlib’de tekrardan operasyonlarını başlatacaktır. Bu noktada M4'ün güneyinde kalan radikal örgütlerin de bir değerlendirme yapması gerekecek çünkü bir anda Rusya ve Esad rejiminin yeni bir operasyonuyla karşı karşıya kalabilirler. Burada en çok Türkiye'nin başı ağrıyacak gibi görünüyor. Çünkü bir şekilde bu örgütleri kontrol altına almak durumunda kalacak fakat bunun da çok kolay olmadığını biliyoruz. Hulusi Akar'ın bu konuda gerekirse Türkiye’nin buradaki radikal örgütlere karşı da kuvvet kullanacağı yönünde bir demeci vardı. Hatta son duruma baktığımız zaman buna mecbur kalan bir Türkiye var. Burada tabii Türkiye’nin bu örgütler üzerinde ne kadar etkili olduğunu da düşünmek gerekiyor. Bu açıdan 5 Mart günü yapılan anlaşmayı daha çok bir ara durak gibi görmek lazım çünkü neredeyse Türkiye ve Rusya arasında bir çatışmanın eşiğine gelmiştik. Tarafların bunu aşmak için bir önlem almaları gerekiyordu ve alınan önlem de Soçi-2 anlaşması olarak karşımıza çıktı. Ancak M4 meselesi ve bununla bağlantılı diğer sorunlar hallolmuş değil ve büyük ihtimalle Soçi 3, Soçi 4 veya Ruhani, Putin ve Erdoğan'ın bir araya geleceği yeni zirvelere tanıklık edeceğiz.
Burada bir noktanın altını çizmek istiyorum, pek çok kişi şu an sanki Türkiye ve Rusya arasında Suriye dışında bir mesele yokmuş gibi düşünüyor fakat Türkiye-Rusya ilişkilerinin genel yapısına baktığımızda iki ülke başka alanlarda da önemli ortak çıkarlar geliştirmiş durumdalar. Tüm bunları yalnızca Suriye meselesi için riske atacaklarını ya da tamamen bu sebeple ilişkilerini bozmak isteyeceklerini düşünmüyorum. Ancak görünen o ki, Rusya ve Esad rejimi bir şekilde İdlib sorununu kendi çıkarlarına hizmet edecek biçimde çözmek istiyor. Bunun jeopolitik ve siyasi nedenleri var. Rusya açısından en önemli mesele İdlib’in Tartus ve Lazkiye'deki üslerine yakın olması. Bu bölge Esad rejiminin kontrolüne geçerse bu durum Rusya için Doğu Akdeniz'deki mevcudiyeti açısından önemli bir kazanım olacaktır. Ancak Türkiye'nin de burada çıkarları var ve zaten Rusya bu çıkarları görüyor olmasaydı Türkiye’yi dinlemeden İdlib’i ezip geçmeye çalışabilirdi. Bunu yapmıyor olması, Türkiye'nin de bölgesel olarak çok önemli bir aktör olmasıyla alakalı ve Rusya da bunun gayet farkında. Son olarak şunu söyleyebilirim ki Rusya'nın genel Suriye stratejisine baktığınız zaman, İran ve Türkiye'nin desteği olmadan, yani bölge ülkelerinin desteği ve hatta İsrail'in desteği olmadan bugün sahip olduğu zemini kazanamayacaktı. Çünkü tek başına Rusya'nın askeri ya da ekonomik gücü buna yetmeyecekti. Rusya burada minimum maliyetle maksimum kazancı sağlamaya çalışıyor ve bunu da bölgedeki önemli ülkeler arasında bir tür arabulucu olarak hareket ederek yapıyor. Sonuçta Rusya İdlib meselesi nedeniyle Türkiye'yi tamamen karşısına almak istemez. Son yaşanan olay zaten bunu çok net bir şekilde ortaya koydu. Esad rejiminin Türkiye’ye karşı bu kadar asker ve teçhizat kaybetmiş olmasına Rusya'nın yeşil ışık yakmış olması da bunu gösteriyor. Hatta bu durum bence Rusya için terazinin diğer kefesinde yer alan Türkiye'nin daha ağır durduğunu bile gösteriyor. Özetle, Suriye yüzünden doğrudan bir Türkiye-Rusya çatışması çok olası gelmiyor bana.
Y. K. : Birçok analist, son zamanlarda İdlib’de olup bitenlerin Türkiye-ABD ilişkileri açısından eşsiz bir fırsat sunduğunu dile getiriyordu. ABD, son yaşananların üstünden çok geçmeden hem NATO üzerinden hem de diğer diplomatik kanalları aracılığıyla Türkiye için neler yapılabileceğine odaklandı bir süre ve bununla ilgili de bazı temaslarda bulundu. James Jeffrey’in defalarca kez Türkiye'ye geldiğini biliyoruz bu süre zarfında. Bu noktada sıklıkla S-400’ler ve Patriot’lar ile F-35’ler gündeme geldi. Böyle bir durumda S-400’lerin aktive edilmiş olsaydı dahi hiçbir koruma sağlamayacağı, buna karşılık F-35 ve Patriot sahibi bir Türkiye’nin Rusya tarafından bu kadar kolay bir şekilde hedef alınamayacağı söylendi. Anlaşılan o ki ilerleyen zamanlarda İdlib sahası daha da ısınacak. Böyle bir durumda Türkiye, ABD ve Rusya arasındaki güç dengesinde nasıl bir tutum sergileyebilir?
E. E. : Türkiye'nin Suriye’deki genel dış politikasında ABD ve Rusya arasında hep bir denge gözetmeye çalıştığını görüyoruz. Fakat burada dikkatli olmak lazım çünkü ABD’nin söylediklerinde ne kadar ciddi olduğu konusunda soru işaretleri var. Bunun belli sebepleri var tabii. Bunların başında Washington'daki Trump yönetiminin sürekli değişen tavrı geliyor. Ben kendimi Türk karar vericilerinin yerine koyup düşündüğümde, Putin'e bu konuda daha çok güvenirim büyük ihtimalle. Çünkü Rusya'nın burada çok daha tutarlı bir politikası var. Ayrıca Putin ve Erdoğan arasında iyi ya da kötü kurulmuş olan diyaloğu da göz ardı etmemek lazım. Bu iki lider kapalı kapılar ardında bir araya gelip belli krizleri çözme potansiyeline sahip olduklarını gösterdiler. Ancak Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde bu noktada olduğunu söyleyemeyiz. İkinci husus da ABD’de birbirinden farklı tutuma sahip birçok çevrenin olması (Kongre, Pentagon gibi) ve bunların karar alma mekanizmalarında önemli bir ağırlığa sahip olması. F-35’ler ile Patriot meselesinin kilitlendiği ana nokta ise Türkiye'nin Rusya’dan satın aldığı S-400'leri aktive edip etmeyeceği üzerine yoğunlaşıyor. Nisan ayında Türkiye'nin S-400’leri aktive etmesi bekleniyordu ama Covid-19 salgını nedeniyle ertelenebilir. Fakat eğer bu planlandığı gibi gerçekleşirse burada Türkiye-ABD ilişkilerindeki dinamikler açısından Kongre’nin alacağı kararlar ve Trump yönetiminin tavrı etkili olacaktır. Diğer yandan Rusya, Türkiye'nin ABD ile yaşadığı gerginlikleri de mümkün olduğunca körüklemek istiyor. Ancak Suriye’deki son olaylarla ilgili olarak Amerikalı yetkililerden gelen demeçlerde, ABD’nin Türkiye’ye çok ciddi bir destek vereceği şeklinde bir mesaj almadık. Türkiye de zannediyorum böyle bir sinyal almadı ki hemen arkasından yine Putin ile bir anlaşmaya varıldı. Bu bence önemli bir işaret çünkü Türkiye ABD’den gelen mesajları hala yüzde yüz güvenilir bulmuyor. Bana kalırsa güvenmesi de zor. Gerçi evet, ABD için bulunmaz bir fırsat yarattı bu son kriz. Sizin de belirttiğiniz gibi ABD’li yetkililer bu krizi kendileri açısından nasıl fırsata dönüştürecekleri üzerine yoğunlaştılar. James Jeffrey’in HTŞ ile ilgili yapmış olduğu açıklama da bunun önemli bir göstergesi. Mesela Sedat Ergin bir yazısında HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılması için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Rusya'nın onayına da ihtiyaç olduğunu hatırlatıyordu. Aslında ABD de bunun Rusya’nın vetosuna takılacağını çok iyi biliyor ancak Türkiye’nin Rusya’yla arasındaki HTŞ sorununu körüklemek için özellikle bu tür mesajları verdiğini düşünüyorum.
ABD’nin şu anda kapsamlı bir Suriye stratejisi yok. Ayrıca Türkiye’nin Suriye’de ABD ile ortak hareket etmeye karar vermesi halinde bugün itibariyle ne gibi kazanımları olur, bu sorunun da cevaplanması gerekiyor. Bence çok fazla bir kazanımı olmaz. ABD şu anda Suriye’de Rusya kadar belirleyici bir aktör değil ve Fırat'ın doğusunda petrol yatakları konusunda da YPG ile bir ortaklık içerisinde. Dolayısıyla Türkiye'nin ABD ile iş birliğinden elde edebilecekleri Rusya’yla iş birliğinden elde edebileceklerine kıyasla sınırlı. Rusya'nın bu açıdan Türkiye'ye daha fazla alan açabilecek bir konumda olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak Türkiye’nin Suriye’de Rusya’ya karşı ABD ile yakınlaşmasını çok olası görmüyorum.
Diğer bir önemli husus da Türkiye'nin S-400’leri aktive edip etmeyeceği konusu. Türkiye bu sistem için iki buçuk milyar dolar civarında bir para ödedi. Gerçi bunun bir kısmı Rusya'dan kredi şeklinde alındı ama eninde sonunda bu para Türkiye’den çıkıyor. Türkiye'nin ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya olduğu şu süreçte ciddi bir harcama olarak görülmeli bu. Dolayısıyla Türkiye'nin S-400’leri aktive etmemesi ne kadar mümkün, o konuda şüphelerim var. Bu konu son günlerin yoğun Suriye gündeminde biraz geri plana düştü. Hatta bazı yorumcular Suriye’deki son olaylar nedeniyle Türkiye’nin S-400’leri aktive etmeyebileceğini bile söylemeye başladılar. Ancak bu seçenek bana şu an itibariyle çok mümkün gelmiyor. Türkiye er ya da geç bu sistemleri bir şekilde aktive etmek durumunda kalacak ve aktive ettiği zaman ABD’den gelecek tepkileri görmeden, Türkiye’nin Suriye konusunda Washington’la ortak hareket etmesi çok mümkün değil.
Y. K. : Dikkatlerimizi biraz da başka bir yöne çekelim isterseniz. Gelinen noktada en büyük kriz alanı İdlib belki ama yarın bir gün rejim ve Rusya İdlib’i tümüyle kontrol altına alırsa, hâlihazırda Türkiye'nin kontrolünde bulunan Afrin ve Fırat Kalkanı Bölgesi de tartışmaya açılacak mıdır sizce?
E. E. : Suriye konusunda yorum yapan uzmanların zaman içerisinde yanıldığı durumlar oldu, bunu da çok şaşırtıcı bulmuyorum. Çünkü Suriye’de olaylar o kadar hızlı değişiyor ki üç ay sonrasını görmemiz bile bazen mümkün olmayabiliyor. Fakat bu güne kadar yaşanan sürece baktığım zaman en azından bir akademisyen olarak şunu görüyorum. Çatışmasızlık bölgeleri ilk başta Suriye’nin dört bölgesinde ilan edilmişti. İdlib haricindeki diğer üç çatışmasızlık bölgesinde yaşananlara baktığınız zaman Rusya ve Esad’ın İdlib'le ilgili senaryolarının ne olduğunu kestirmek zor olmayacaktır. Rusya daha en başta çatışmasızlık bölgelerini altı aylık süreler için ilan ettiğini söylemişti. Daha sonra muhalif grupların yenilgiye uğramasıyla bu çatışmasızlık bölgeleri birer birer rejimin kontrolüne geçmiş oldu. Bu da aslında Türkiye'nin de dâhil olduğu bir süreç sonucunda gerçekleşti ve bir bakıma bütün bölgesel aktörler Rusya’nın zorlamasıyla bu sonuca razı edildiler. Rusya'nın genel olarak verdiği mesajlara baktığımız zaman bence bir noktada sıra İdlib’den sonra Türkiye'nin şu an Suriye’de kontrol altında bulundurduğu bölgelere de gelecek. Çünkü Rusya açısından nihai çözüm, Esad rejiminin Suriye'nin bütününe hâkim olması. Burada Türkiye’ye tanımayı düşünebilecekleri tek açık kapı “Adana Mutabakatı” olabilir ki bu mutabakatın metninde de aslında 10 kilometrelik ya da 5 kilometrelik bir alandan bahsedilmiyor. Bu konu sonradan medyada çok popüler oldu fakat Adana Mutabakatı 1990’ların sonunda Suriye'nin PKK'nın faaliyetlerine son vermek için Türkiye'yle yapmış olduğu genel bir iş birliği mutabakatı idi. 5 kilometre ya da 10 kilometrelik derinlikte bir alan kontrolü meselesi ise esasen çok daha sonra bizzat Rusya tarafından ortaya atıldı. Bana kalırsa Ruslar eğer İdlib meselesi kendi istedikleri biçimde çözülürse daha sonra sıra Afrin ve Türkiye'nin kontrol ettiği diğer bölgelere geldiğinde sınır boyunca bir 5 ya da 10 kilometrelik alan için müzakereye şimdiden zemin hazırlamak istiyorlar. Bu seçenek de Türkiye'nin çıkarlarına çok ters düşer mi emin değilim, çünkü Türkiye için hala ana tehdit YPG. Eğer YPG bu alana girmeyecek olursa mültecilerin yerleştirilmesine de olanak tanıyacak böyle bir bölgeye Ankara da sıcak bakabilir. Ancak burada Türk tarafının buna ne kadar hazır olduğunu bilmiyorum. Yani Türkiye Afrin ve diğer bölgelerdeki askeri kazanımlarından vazgeçmek ister mi? Bunu zaman gösterecek.
Y. K. : Dilerseniz diğer kritik bir alan olan Barış Pınarı Bölgesi’ni ele alalım. Biliyorsunuz Türkiye, Ekim 2019’da başlattığı Barış Pınarı Harekâtı’yla kısa bir sürede Tel Abyad ve Rasulayn'ı kontrolü altına aldı ve burada hem ABD hem de Rusya ile bir anlaşmaya vardı. ABD ile varılan anlaşma, operasyonun Tel Abyad ve Rasulayn ile sınırlı kalması yönündeydi ki öyle de oldu. Rusya ile yapılan anlaşmada da Fırat’ın doğusundaki Türkiye sınırı boyunca 10 kilometrelik derinlikte bir Türk-Rus ortak devriyesinin yapılması ve ilerleyen süreçte mültecilerin yeniden iskânını öngören 32 kilometrelik bir güvenli bölgenin kurulması vardı. Devriyeler devam ediyor ancak güvenli bölge meselesi rafa kaldırılmış görünüyor. Bu anlaşmadan hemen sonra Trump'ın tekrar ABD askerlerini Suriye’den çekmek istediği yönünde açıklamalar yapması ise buradaki ABD etkinliğini zayıflattı biliyorsunuz. Daha sonra bir anda burada rejimin ve Rusya'nın boy gösterdiğine tanık olduk. Bu sizce Türkiye'nin arzu ettiği bir şey miydi? Günün birinde Türkiye, Barış Pınarı harekât alanını genişletmek isterse muhatabının ABD'den ziyade Rusya olacağı kanaatindeyim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
E. E. : Evet, Türkiye açısından elbette arzu edilen ABD’nin Suriye sahasında kalması ve bu şekilde Rusya ile ABD’yi birbirine karşı kullanarak çıkarlarını korumaya devam etmekti. Zaten Türkiye'nin Suriye’deki temel askeri kazanımlarına baktığımızda genellikle bu iki gücü birbirine karşı kullandığı durumlarda önemli avantajlar elde ettiğini görüyoruz. Bu bakımdan ABD’nin sahadan çekilmiş olması Türkiye açısından belli bir dezavantaj yaratıyor ve Türkiye’nin Rusya'ya karşı elinin zayıflaması anlamına geliyor. Fakat bence şunu da sormak gerekiyor: Türkiye aynı anda hem YPG'yi hem de Esad rejimini karşısına alabilecek bir pozisyonda mı? Eğer Türkiye için ana tehdit YPG ise bir noktada Esad rejiminin tehdit olarak algılanmasına son vermek gerekecek. Hatta Barış Pınarı Harekâtı’ndan sonra iş o noktaya doğru gidiyordu da. Esad rejimiyle bir istihbarat teması olduğundan bile bahsediliyordu o dönemde. Aslında Rusya için de Türkiye ve Esad rejiminin bir şekilde aynı masaya oturması ve aralarındaki sorunları Adana Mutabakatı ya da türevi mekanizmalar aracılığıyla çözmeleri en ideal seçenek. Bir anlamda da Türkiye bu seçeneğe mecbur bırakılıyor. Çünkü ABD Suriye’de giderek azalan bir varlık sergiliyor. Anlaşılan o ki Trump yönetimi için Suriye öncelikli bir konu olmayacak. İlerleyen süreçte İsrail ve İran meselesi ile ilgili önemli değişimler olursa ABD’nin belki yeniden Suriye'ye ağırlık verme ihtimali olabilir ama şu anda ABD’nin orada çizdiği profil oldukça düşük. Bu da Türkiye’yi Rusya’ya mecbur bırakıyor.
Öte yandan Türkiye’nin Rusya'yla kurmuş olduğu mekanizmaların ABD ile kurduğu mekanizmalara kıyasla çok daha etkin çalıştığını da unutmamak lazım. Hatta Rusya Türkiye'ye zaman zaman Suriye’de bazı önemli alanlar da açıyor. Evet, Türkiye açısından yalnızca Rusya ile muhatap olmak çok arzu edilen bir şey olmayabilir ama bunun alternatifini düşündüğümüzde, Türkiye’nin şu koşullarda çok fazla seçeneği de yok gibi görünüyor.
Y. K. : Moskova'nın Kürt politikasını da sormak istiyorum. ABD'nin etkinliğinin giderek azaldığı bir Suriye'de Moskova için bu konu ciddi önem taşıyor bence ve baktığınız zaman YPG, Rusya ile temaslarını artırma eğilimde. Çünkü ABD'ye duydukları güvensizlik de her geçen gün artıyor. Trump'ın ABD askerlerini Suriye’den çekmek için yaptığı ani çıkışlar ve Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı karşısında ABD’nin somut adımlar atmamış olması bunun başlıca sebepleri. Fakat YPG ve Rusya arasında da ciddi açmazlar söz konusu. Biliyorsunuz Rusya’nın YPG ile sınırlı da olsa bir iş birliği vardı Suriye sahasında ve bu durum Türkiye'nin Afrin operasyonuna değin sürdü. Afrin'in hava sahasının Türkiye'ye açılmasıyla YPG’nin Moskova’dan algıladığı güvensizlik ciddi manada katlanmıştı. Operasyon öncesinde Moskova, Afrin’deki YPG’lilere buradaki tüm yönetimsel organları rejime devretmeleri ve bütün askeri unsurlarını rejime teslim etmelerini teklif etti ve bu kabul edilmeyince Türkiye'ye bir anlamda açık çek verildi. Özetle; Türkiye yine benzer bir şekilde zorlayıcı bir askeri diplomasi ile Barış Pınarı Harekâtı bölgesini genişletmek isterse, Moskova Afrin’deki tutumunu sergileyecek midir? Moskova'nın Kürt politikası gelecekte Türkiye-Rusya ilişkilerini nasıl etkileyecektir?
E. E. : Öncelikle Rusya’nın bu konuda net olduğunu belirtmek gerekiyor. Moskova, Suriye'deki Kürtlerin iş birliği olmadan Suriye meselesinin siyasi anlamda çözüme kavuşturulabileceğini düşünmüyor. Nitekim geçmişte yapmış oldukları anayasa önerisinde de Kürtlere kültürel özerklik verilmesi yönünde maddeler yer alıyordu. Diğer yandan Rusya PKK'yı da, YPG'yi de, PYD'yi de terör örgütü olarak görmüyor. Kısacası Rusya için Kürtler ve özellikle de YPG önemli bir koz ancak bir taraftan Suriye’de attığı bazı adımlarla onlara da önemli mesajlar vermeye çalışıyor. Nitekim Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’ndan sonra YPG'nin Rusya ile yakınlaşma eğilimi içerisine girmesi de bir seçenek değil, bir zorunluluktu. Her ne kadar ABD daha sonra fikir değiştirip petrol bölgelerini korumaya devam edeceğini açıklamış olsa da YPG Rusya ile iş birliği seçeneğini her zaman masada tutacaktır. Elbette YPG’nin bir tercih yapması gerekirse bunun ABD’den yana olacağını da unutmamamız gerekir. Ancak günün sonunda eğer ABD tarafından yüzüstü bırakılırlarsa Rusya ile iş birliğine çok da soğuk bakmayabilirler. Diğer yandan Rusya’nın da başından beri SDG’yi Esad’ın ordusuna katmak istediği görülüyor. Bence Moskova bu konuda havuç-sopa taktiğini sürdürmeye devam edecektir. Yani eğer SDG, Rusya'nın istediği şekilde hareket etmezse günü geldiğinde Moskova’nın Kobani'de veya başka yerlerde Türkiye’ye başka tavizler de vermesi söz konusu olabilir.
Öte yandan daha önce de söylediğim gibi Rusya esasen Suriye meselesinin askeri aşaması bittikten sonra siyasi aşamaya geçildiğinde Kürtlerin de yer aldığı bir Suriye resmi görmek istiyor. Bunun için de zamanında PYD ile çok ciddi görüşmelerde bulundu. PYD'nin hala Moskova’da bir temsilciliğinin olması da bunun göstergesi aslında. Tabii zaman içinde Moskova’nın bu tutumu Türkiye ile arasında bir sıkıntı yaratabilir. Ancak şu an için Rusya’nın amacı Suriye meselesinin askeri boyutu bittikten sonra bu konuları masada çözmek ve Türkiye’yi olduğu kadar İran’ı ve diğer bölge ülkelerini de masada ikna etmek. Bu açıdan Rusya’nın önermiş olduğu anayasaya taslağının Kürtlerle ilgili politikasını anlamak için en önemli kaynak olduğunu düşünüyorum.
Y. K. : Konuyla alakalı olarak son bir sorum daha olacak. Rejimin özellikle yürüttüğü operasyonlar esnasında ciddi bir kara gücüne ihtiyacı olduğu göze çarpıyordu. Hatta son İdlib operasyonunda Rusya’nın olanca hava saldırılarına rağmen rejimin, muhalifler karşısında hiçbir şekilde ilerleyememesi onun ciddi bir kara gücüne ihtiyaç duyduğu ile açıklanıyordu. Bu noktada SDG’nin bu ihtiyacı karşılayabileceği yönünde bir senaryo dolaşıp duruyor. Keza SDG’nin İdlib operasyonunda yer alabileceği de konuşulanlar arasındaydı. Esad rejimi ve Suriye’deki Kürtler bir gün anlaşmaya varırsa bu karşılıklı ihtiyaçlardan kaynaklı bir anlaşma mı olacaktır? Taraflar bu seçeneğe sıcak bakıyor mu, neler söylemek istersiniz?
E. E. : Evet, bu konu bir ara sıklıkla gündeme geliyordu. Hatta SDG’nin Suriye ordusuna 5. Kolordu adıyla dâhil olması yönünde bir planın olduğu da iddia ediliyordu. Ama bu elbette ABD’nin engel olmak isteyeceği bir gelişme. ABD’nin SDG üzerinde şu an Rusya’dan ve Esad rejiminden çok daha etkili bir güç olduğunu da unutmamak lazım. Biliyorsunuz SDG’nin ana omurgasını oluşturan YPG 2014’ten sonra İŞİD’e karşı mücadelede önemli bir savaşma kapasitesi geliştirdi. Bunu da esasen ABD desteği ile yaptı. Dolayısıyla ben henüz YPG’nin bir anda Esad’a böyle bir jest yapacağını düşünmüyorum. Daha doğrusu bu pazarlığı en çetin şekilde yapmak isteyecektir. Tabii böyle bir durum mümkün olsa bile ulusal bir ordunun içerisinde her an ayrılıkçı bir gündem oluşturabilecek bir örgütün yer alması ne kadar mantıklı bir karar olur, onu bilmiyorum. Fakat bu ihtimallerin konuşulması da doğal, çünkü YPG gerek 2014 sonrası elde ettiği askeri kapasite, gerekse de ABD ve Rusya ile diyalog içinde olması nedeniyle sahada önemli bir aktör haline gelmiş durumda. Ancak daha önce de belirttiğim gibi Suriye’de neler olacağını kestirmek güç. Birkaç ay sonra tamamen farklı bir durumu da konuşuyor olabiliriz. Kısacası bizim Suriye ile ilgili daha kesin tespitler yapabilmemiz için aslında bu askeri çatışma sürecinin bitmesi gerekiyor. Bu da çok yakın zamanda olur mu bilemiyorum çünkü Suriye haritası adeta yamalı bir bohça gibi şu anda. Bu meselelerin akıbetinin ne olacağını önümüzdeki aylarda göreceğiz.